Mehmet Altan*
Büyük bir bahar sevinci yaratan yerel seçimlerle irtibatlı haberler neler olur diye 2007 gazetelerine bakarken Londra ile Manş Tüneli arasındaki yüksek hızlı demiryolu hattının ikinci aşamasının 14 Aralık 2007’de açıldığını gördüm. Birleşik Krallık’taki bu tek hızlı demiryolunun ilk aşaması da 28 Eylül 2003’te açılmış.
* * *
Manş’ın altındaki tüneldeki hızlı tren macerası, bir ara “asrın projesi” olarak takdim edilen Marmaray’ı getirdi aklıma.
Marmaray Projesi de beni Theodosius Limanı’na savurdu.
Projenin kazıları sırasında Teodosyus Limanı ortaya çıkmıştı.
Teodosyus Limanı, Bizans İmparatorluğu‘nun başkenti Konstantinopolis‘in güneyindeki antik ticarî limandı.
Savrula savrula eski çağlara doğru uzanan seyahatime orada son verdim.
* * *
2007 yılına geri döndüm.
Baba Evi açısından hareketli bir yıl olduğunu gördüm.
Babam Çetin Altan Milliyet’te, Ahmet Altan Hürriyet’te, ben de Star’da yazıyordum.
Ben Sabah’tan Star’a yeni geçmiştim, Ahmet Altan aynı yılın sonunda Hürriyet’ten ayrılacaktı.
* * *
O yıllarda neler yazdığımızı merak ettim.
Babam şöyle yazıyordu:
“Gövdesini daha rahat yaşatanlarla,
gövdesini daha rahat yaşatamayanlar arasındaki açı ve sorunlar da; bin bir belaya, bin bir yamukluğa,
gizemli kılcal damarlarla
beyinselliği de kapsayan bin bir
komplekse, aşağılık duygularına,
olduğundan fazla görünmelere,
hırslanmalara, öfkelenmelere, çatışmalara,
öldürme ve öldürülmelere
-çağlar boyu ağırlığında- bir türlü
tedavi edilemeyen sosyo-psikopatolojik
berbat ‘nedenler’ yaratır.
* * *
Yakın tarihimize şöyle bir baktığımızda da; gövdesini iyi yaşatanların, iyi yaşatamayanları nasıl uyuttuğu göze çarpmakta…
Ya hamasi bir ırkçılık babalanması: Türk’ün güneşleriyle dünya ufku ağardı; Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?
Ya mistik bir umut yaratma. Öldükten sonra cennet mekân olmayı hak etmek için uyulması gereken kural ve yöntemler…”
* * *
Hürriyet’e haftada bir tam sayfa edebi yazılar yazan Ahmet Altan‘ın 17 yıl önceye denk gelen yazısının da konusu insandı.
“Uysal bir bahar yağmuru yağıyor.
Gökyüzü kapalı ama yapraklarında biriken su damlacıklarıyla erguvan ağaçları sanki başka bir hayatın ışıklarıyla güneşli bir gün gibi parlıyor.
Bu şehrin şiirini onlar yazıyor. Bazen Baki gibi yazıyor:
“Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım
Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtar”
Bazen Hilmi Yavuz gibi yazıyor:
“Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden
geriye sadece erguvanlar kaldı”
Yağmur yağdığında ‘üzerlerine inciler dökülmüş yakutlar’ gibi ışıldayan erguvanlar geçip gidiyor ve geriye sadece erguvanlar kalıyor.
Onlara bakarken ‘geriye sadece erguvanların kalacağını’ biliyorum, şiirli bir yokluğun yolcuları olduğumuzu, binlerce yıldır onların o sessiz yakut bakışlarıyla izlediği hayatın, kendilerini olduğundan daha mühim sanan misafirleri olduğumuzu…
Bu şehrin ev sahibi onlar.
Bizanslıları da Haçlıları da Osmanlıları da gördüler.
Değişik diller, değişik kıyafetler, değişik geleneklerle akan bir insan nehrinin sahilinde duruyorlar.
Her şey değişiyor.
Erguvanlarla duygularımız değişmiyor.
Hepimiz yaşamak macerasının acemileriyiz.
Bunu, onlar biliyor.
Harmaniyeleriyle, zırhlarıyla, kaftanları ve peçeleriyle önlerinden geçen onca insan hep aynı hataları yaptılar, ‘misafir’ olduklarını unuttular, duygularını küçümsediler, onları sakladılar, hep bir başka zamana ertelediler, ‘bir başka zaman’ olmadığını hiç bilemediler, hissettikleriyle yaşadıkları arasında uçurumlar oluştu.
Hep bir başkası olmak istediler.
İnsanların bir türlü kendileri olamadıklarını, en çok ‘kendileri olmaktan’ korktuklarını, kendileri olmaktan utandıklarını, saklandıklarını, kendilerini saklayabilmek için gerçek olmayan hayatlar icat ettiklerini, aslında var olmayan ‘bir başkasını’
Kuşaktan kuşağa hep aynı hataları tekrarladıklarını…
‘İşte tenha her yanımız, hep tenha ne aradık sözcüklerin kuytularında ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde’
Hep tenha oldu her yanımız, kalabalıkları aradıkça biz tenhalaştık, kendimizi bırakıp ‘bir başkası’ olmaya gittik.
Başkaları bizi terk ettiği için tenhalaşmadık, kendimizi ilk terk eden bizdik.
Onun için tenhalaştık.”
* * *
Benim de konum “insan” mış:
“Bizde… ‘Vatan hizmetini’ farklı bir şekilde yapmak isterseniz… Alternatif bir ulusal hizmet talep ederseniz…
O an hayatınız kayıyor.
Mesela Osman Murat Ülke bunu talep etti.
Başına gelenleri biliyor musunuz?
Sekiz kez tutuklanma… İki yıl hapis…Eziyet, cefa.
Halbuki bu, Avrupa Konseyi üyesi tüm ülkelerde temel bir hak…
Ve temel bir özgürlük…
Türkiye hariç.
* * *
Avrupa’da çok sıradan olan bir hak… Bizde ömrü yok eden bir terminatöre dönüşmekte.
Neden?
Çünkü biz temel hak ve özgürlükler kavramından çok uzağız.
Temel haklarımız…
Temel özgürlüklerimiz…
Kimsenin elimizden alamayacağı, doğuştan elde ettiğimiz haklar.
Kimsenin elimizden alamayacağı, doğuştan elde ettiğimiz özgürlükler bunlar.
* * *
Türkiye ‘düşmanlar ve düşmanlıklar yaratmadan’ nasıl çözüm üretir?
Türkiye ‘sorunları’ kavgasız nasıl çözer?
Bunların tek bir cevabı var:
Temel hak ve özgürlükleri Avrupa standardında uygulayarak.”
* * *
2007 Yılı medyasına “Baba Evi” üzerinden örnekler verirken ortak konunun insan olduğunu fark ettim.
İnsanı inkâr eden ve hamasete abanan bir garipliğin sürekli büyüdüğünü de bir kez daha gördüm.
* * *
Şimdi gene erguvanlar zamanı…
Bahar, umudu ile geldi.
2007 yılı basın tarihine devam edeceğiz.